Wednesday, December 26, 2012

Kitap: Murakami - Sahilde Kafka

Haruki Murakami! Sonunda okumayı başardığım bu çok popüler ismin Japon oluşu, daha doğrusu Amerikalı veya Avrupalı olmayışı, beni mutlu ediyor. Neden? Çünkü ezberlediğimiz kültürlerden farklı, çünkü Uzakdoğu az bilinir, çünkü Uzakdoğunun U'si bile gizemli!

Bu neşe dolu girişin tek nedeni Sahilde Kafka'yı Pinuccia'nın Kitapları'nın Aralık Ayı Murakami etkinliği çerçevesinde okumuş olmam. Sahilde Kafka birkaç yıl önce çok satmıştı, hatta nedense hiç unutmuyorum, Tuna Kiremitçi gazetedeki köşe yazısında bu kitabı okuduğunu yazmıştı. Ben de yine çok satandan koşarak uzaklaşmıştım, okumamıştım. (Tuna Kiremitçi denilince aklıma Sahilde Kafka gelmesi çok tuhaf değil mi?)

Neyse sonuçta kaçamadım merakımdan... Sahilde Kafka başlangıçta gayet normal bir hikaye anlatmaya başlıyor. 15 Yaşında bir genç olan Kafka Tamura evden kaçar, hiç bilmediği bir şehire gider. Farklı insanlarla karşılaşır, çeşitli maceralar yaşar, içsel yolculuğuna çıkar... Bu tür romanlarda sıkça rastladığımız üzere kendisi yaşından olgun, soğukkanlı, biraz da tuhaf bir gençtir. Her şey normal seyrinde giderken, diğer karakterlerin romana girmeye başlamasıyla, işler çığrından çıkıyor... Kediler konuşuyor, insanlar boyut değiştiriyor, hayaletler geliyor, gerçek dışı ne varsa yaşanıyor. Bu da yetmezmiş gibi karakterler beklenmedik seks maceraları yaşıyor. Zaten ana karakterimiz Oedipus Kompleksinin dibine vurmuş :(( (Kaan Sezyum'un kulladığı kalıbı kullanayım: Bazı şeylerden rahatsız olanlar izlemesin)
Murakami'nin kapakları hoşuma gidiyor...du... 1Q84'e kadar... Ona ısınamadım.

Kitaplarda her acayipliği yaşamalarına rağmen asla şaşırmayan ve korkmayan karakterler oluyor hani. Bunları okuya okuya ben de öyle oldum sanırım. Hiçbir şeye şaşırmıyorum. Zaten donuk bir insandım iyice tepkisizleştim. Kendimi bir roman karakteri sanmaya başlamam yakındır. Hatta... Korkarım farkında olmadan, yarı bilinçli yapıyor olabilirim bunu.

Kitap nasıl derseniz... 650 sayfa olmasına rağmen hızlı okuyabileceğiniz, "bir sonraki bölümde ne olacak?" diye merak edeceğiniz kesin. Birçok olay yaşandığından, bir anlamda yol hikayesi olduğundan böyle. Durağan olsa ne olurdu bilemiyorum, Murakami'nin başka kitaplarını da okumak isterim.

Aklımda takılanlardan biri şu: Kitapta pek çok gönderme var. Bir çok şarkı, müzik, marka, masal, efsane, besteci ismi geçiyor. Başka modern edebiyat kitaplarında bana itici gelen bu detaylar, Sahilde Kafka'da itici gelmedi. Sanırım Murakami'nin başarısı denilebilir buna. Gerçi bu göndermeleri (örneğin Radiohead dinleyen veya Nike giyen genci) yüzlerce yıl sonra kim anlayacak, şu anda hiç bilmeyen ne anlayacak? Her döneme ve herkese hitap etmeli midir? Yazarların böyle bir mecburiyeti yok herhalde.

Bir diğer gevezelik edeceğim konu: Fantastik edebiyatı çok severim ancak ayakları yere basan fantastik edebiyatı tercih ederim. Kuralları önceden bilmeyi severim. Başka bir dünya, başka bir boyut olduğunu bilerek başlarım kitaba. Böyle sanki "gerçek dünyada geçen" kitaplarda bir anda "mistik" ortamlara dalınması pek ilgimi çekmiyor. Adeta bilimkurgu diye başlayıp sonradan mistikleşen Lost dizindeki gibi kandırıldığımı düşünüyorum. (Geçenlerde Facebook'ta "Lost bilimkurgu mu fantastik mi?" diye soran Burcu'ya selamlar)  Yine de bu kitapta bu önyargımı biraz kırdım: Anlatımı güzel olduğu için ve bu mistik durumların çoğu felsefi göndermeler içerdiği için...

Bu arada en sevdiğim karakter Oşimo oldu, kitaptaki gibi bir kütüphane bulsam da memuru olsam.

Okuyun ama süreçten zevk alın, "bu neden böyle, şunun cevabı nerde" falan demeyin... Akışına bırakıp okuyun. Yine de bir sonraki Murakami kitabını birkaç kitaptan, birkaç aydan sonra okuyabilirim diye düşünüyorum.

Tuesday, December 25, 2012

Kitap: Seray Şahiner - Gelin Başı / Hanımların Dikkatine


Seray Şahiner neredeyse yaşıtım. Bu nedenle yazdıklarını okurken kendime yakın bir bakış açısı bulacağımı ve hikayeyi daha iyi anlayacağımı düşünmüştüm. Bir anlamda haklı çıktım. 


İki kitaptaki öykülerde de "kadınlar" başrolde:
İlk kitap Gelin Başı 2007'de yayımlanmış. Alevi kadınlar, konfeksiyon işçisi kadınlar, dedikoducu mahalle sakini kadınlar, flört peşindeki genç kadınlar gibi çeşitli sıfatları olan kadınları içeriyor. Bu kitabı çok beğendim. Öykülerin eleştiren ve sorgulayan bir bakış açısı olduğunu düşündüm. Çoğu zaman da gülümsetiyorlardı. 23 yaşında bir yazarın bu öyküleri yazması beni heveslendirdi, mutlu etti.


İkinci kitap Hanımların Dikkatine, 2011'de yayımlanmış, 2012 Yunus Nadi Öykü Ödülü'nü almış. İlginçtir ki bu kitaptaki kadınlar benim daha iyi anlayabileceğim türde olmalarına rağmen, bana daha itici geldiler. - Daha iyi anlamamın nedeni: 25 yaş üstü, İstanbul'lu, çalışan, aşk/ilişki yaşayan veya yaşamaya çalışan kadınlar; benim ve arkadaşlarımın dahil olduğu tür- 

İyi tanımadığından mı, ilgisini çekmediğinden mi bilmiyorum, yazar erkekleri pek anlatmıyor. Fakat öykülere bakılınca erkekler ve erkeklerle ilişkiler umutsuzluk verici. Hatta sinir bozucu. İlk öykülerde karşımıza çıkan hoş saptamalar, son öykülere doğru "Kadın dedikodusunun edebi yönü daha güçlü versiyonu" olmaya başlıyor. Öyküler birbirleriyle bağlantılı ki bu iyi bir fikir, fakat gittikçe tempo düşüyor. Özellikle son öyküde gereksiz yere uzayan diyaloglar var, bence. Evet, yine güldüğüm yerler de oldu tabii, ancak biraz zorlama da gelmedi değil... 

Yine de kadın dünyasındaki sohbetleri tam da benim hissettiğim biçimiyle sunabilen bir "benim jenerasyonumdan" kadın yazar, iyi geldi. Belki etrafımda çok dinledim bu şehirli, mutsuz, aşık kadın hikayelerini ve o yüzden iticiydi, emin değilim. Belki de küfürlü her diyaloğu zorlama espiri olarak görmeye kararlıyım... Son teorim ise (bu daha akla yakın) ben içinde toplum sorunu olan, özelden genele uzanan öyküleri daha çok seviyorum. Aşk öykülerini de seviyorum tabii, ancak "kadın dünyası" ve "erkek dünyası" şeklinde genelleştirilenleri sevemiyorum. Bana göre, aşk ve ikili ilişkiler daha bireysel anlatılmalı. Şehirli insanların genel sorunları ve "genelde aldıkları tavırlar" var, ama bunlarla ilgili bu öykülerin sunduğu teoriler yeni sayılmaz. 

Thursday, December 20, 2012

Yıl Biterken

2012 icin kendime koyduğum hedef 52 kitap, 52 filmdi. Okuduğum kitapları not aldığım defterin fotoğrafını paylaşıyorum şimdi. Görüldüğü gibi önce bosluklar bırakıp rahat rahat yazarken, sonraları yerin darlığını idrak etmişim... Tam liste için daha sonra tekrar uğrayınız. :-)


Monday, December 17, 2012

Kitap: Doris Lessing - Gene Aşk

Doris Lessing 2007'de Nobel Edebiyat Ödülü'nü aldığında, daha önce kitabını okuduğum bir kadın yazarın ödül almasına sevinmiştim. İlk okuduğum kitabı Mara ile Dann idi. Lessing'i ne zaman düşünsem aklıma Mara ile Dann'ı bana hediye eden kadın gelir. Benim için ilham kaynağı olan kadınlardandır o, başkalarına tuhaf gelen, bence değeri bilinmeyen biri. 

Bu yılki Tüyap Kitap Fuarı'nda Gene Aşk'ı görünce, Doris Lessing'in Türkçe'deki tüm kitaplarını okuma arzusuyla, hemen kasaya yöneldim. Kitapla ilgili düşüncelerim biraz bulanık. Gene Aşk, kapağına bakınca beni hemen cezbetti: Nobel Ödülü Logosu, Yazar Lessing, Çeviren Tomris Uyar, kapakta Marcus Stone'dan hüzünlü bir resim... Okumaya başladığımda 65 yaşındaki bir kadının "aşk"ını anlatması beni iyice çekti. Şu sıralar sürekli duygularımı tartıyorum, "aşk"ın anlamını, hiç aşık olup olmadığımı düşünüyorum. Tabii romanın kahramanıyla karşılaştırıldığında "hayatımın baharında" sayılabilirim. Önümdeki 65 yaşındaki kadın örneklerine bakınca umutsuzluğa düşüyorum, bunda tek suçlu ülkenin veya toplumun kadına ve yaşlılara bakışı değil, konu derin... Kendime döndüğümde ise yıllar sonra nerede olmak isterim, nasıl biri olmak isterim, diye sürekli düşünürüm; bu kitapta sorgulamalarıma devam edebilmem için pek çok yeni soru işareti vardı.
Kapaktaki resim

Kitabın arka kapağını okuyup "65 yaşındaki kadının kendisinden çok daha genç iki erkeğe aşık oluşu ve cinsellik" şeklindeki kısır özete kapılmamakta fayda var. Kitaptaki aşk ve cinsellik, büyük ihtimalle size bu kelimelerin çağrıştırdıklarından uzak kalacak. 

Beni yoran kısım çok fazla karakter olmasıydı. Evet, sanki İngilizlerle ve Fransızlarla vakit geçirmişim gibi "onlardan" hissettim, anladım durumu, diyalogları... Fakat olay örgüsünde pek de büyük yeri olmayan çeşitli isimler beni yordu, aklımda tutmakta zorlandım. Ana karakterimiz Sarah'nın ilk "aşık olduğu" 28 yaşındaki genç adam, adeta bir Pandora'nın Kutusu'nu açıyor ve Sarah'yla birlikte biz de aşk acısı çekmeye, anlam verememeye, bunalmaya başlıyoruz. İkinci aşk ise hissettirmeden geliyor, sanki diğerinden kurtulmak için. 

Belki de hiç anlamadım kitabı. Aslında olayları başlatan kurmaca tarihsel karakter Julie'den de bahsetmedim. Bende etki bırakan aşk duygusunun tarifi, insanın duyguları nedeniyle fiziksel acı çekmesi oldu. Aşk kitabı diyince hayal ettiğim "mutlu/mutsuz  kadın ve erkek" tarifinden uzak olduğu için, tek yönüyle kadına ve aşkın ondaki etkilerine baktığı için sevdim bu kitabı. 

Ne yazık ki benim gibi "sürekli düşüneyim, derdim yoksa da kitap bana  ilham versin, dert icat edip düşüneyim" mantığında olmayanlara öneremeyeceğim.

Okurken sürekli Festivalde izleyemediğim Amour filmini düşündüm. Haneke'nin filmlerini genelde kaçırmam, Amour'un da yaşlı insanların başrolünde olduğu bir aşk hikayesi olduğunu duydum kabaca. Gösterime girmesini bekliyorum. Mesele yaş değil, duygular, mesele biz gençlerin her şeyi "şu ana ait" sanması.