Sunday, September 30, 2012

Kitap: Pigme - Chuck Palahniuk

Chuck Palahniuk günümüzün sarsıcı yazarlarından. Veya öyleydi. Bir süre sarstı, şu an artçılardan geçiniyor. 

Dövüş Kulübü filmi efsanevi 1999 yılına damgasını vurduğunda hepimizi sallamıştı, koşa koşa gidip bu sistem eleştirisinin kitabını alıp okumuştuk. Sürekli alıntılarla birbirimizi sıktığımız bu anlar ancak 2005 gibi bitebildi. (Benim kişisel tarihimde böyle oldu) Arkasından "Bu adam ne yazsa alır okurum" diyerek her tercüme edilen kitabını almaya başladım. Kaçaklar ve Mülteciler'e kadar... Bu kitapta Chuck abi bize Portland'ı anlatıyordu ve ne yazık ki kitapta Portland'a bir sempati duymamı sağlayacak hiçbir şey yoktu, benim için sıkıcı bir deneyimdi. Zaten tüm kitaplarında aynı şeyleri anlattığını düşünerek okumayı en azından bir süre için bırakmıştım.

Pigme abimizin yeni bir yazım tarzı ve dili denediği bir kitap. Bunu Türkçe çeviriden anlamak çok da mümkün değil. İngilizce okumak lazımmış... "Okuması zor" diyenler olduğunu duymuştum, ancak ben zor bulmadım. Hızlı okudum, az etkilendim. Her zamanki tekrarlar var, yazarın imzası sayılabilecek tarz hissediliyor. Fakat yeni bir söz yok. Ben mi antikapitalizmi yedim bitirdim, yoksa adamın mı yeni sözü kalmadı bilemiyorum.

Pigme'yi okumayanların bir şey kaybedeceğini sanmıyorum. Bunu söylerken aslında üzgünüm çünkü yazarı gerçekten seviyorum. Bunun yerine Tıkanma veya Gösteri Peygamberi 'ni tavsiye ederim. Kitap okumayanlara da "Tıkanma'nın filmi de var" der, kaçarım.

Okumayanlar için spoiler vermek istemem ama sonlara doğru baya kızdığım ve sövdüğüm noktalar oldu. Amerikan eleştirisi diye başlayıp sadece antidepresan kullandıklarını ve WallMart'a takıldıklarını, sığ ve bilgisiz olduklarını söylemek yeni bir şey olmuyor ki? Bunu çok değişik ve güzel bir dille anlatabilmiş değilsin ki yine de kitaba iyi diyelim? Ben bu işi anlamadım. Zaten sonu da sönük. Tek numarası sürekli tekrar eden büyük liderlerden alıntı numarası ki bu espri bir koca romanı benim gözümde kurtarmaya yetmedi.

Alıntı mevzusu için örnek veriyorum:

Benim altını çizmeye değer bulduğum cümle ise şu:

"Başka insanlardan alıntı yapmayı bıraktığın zaman gerçek zekan ortaya çıkar"

Bu anlama gelen bir cümle kurabilmek için birkaç haftadır düşünüyordum ve kitabı okurken bu cümleyi görünce baya etkilendim.


Monday, September 24, 2012

Konser: Beirut - 21 Eylül 2012

Beirut, Balkan enstrümanlarını kullanan, sakin ve hüzünlü olmasına rağmen aslında hareketli müzik yapan bir grup. Akordiyon, ukulele, trompet kullanıyorlar ki günümüzde pek çok sesin elektronik olduğunu düşününce, bu çok seslilik müzik sevenleri mutlu ediyor.

Grubun solistinin hayranı bol. (Şirin tipi nedeniyle herhalde, yoksa ukulele pek seksi bir enstrüman sayılmaz) Kendisi benden 1 yaş küçükmüş bunu öğrenince ben hayran olmaktan vazgeçtim, olgun erkeklerle ilgileniyorum(!) Dinleyince bir Avrupa hatta Balkan grubu sanıyoruz ama adamlar Amerikalı. Dünya gerçekten büyük bir köy olmuş diye sığ bir yorum getireceğim buna. İsteyenler "gloabalizasyonun yerel tadlar üzerindeki sevimsiz etkisi" konulu bir tartışma açabilirler.

Konsere gelirsek... Beirut Türkiye'ye ilk kez gelmiyor. Fakat popülerliğini yeni kazanmış anlaşılan. Biletler tükendi, zaten kapasite az tutulmuştu, karaborsada bilet fiyatları artış gösterdi, kargaşa karmaşa... Kuruçeşme Arena'da olduğu için konser alanına ve organizasyona bir şey diyemiyorum gayet güzeldi. İçeride yemek, içki var, ortam sakin ferah, boğazın kıyısı, manzara var, dönüşte motora binip denizyolu kullanabiliyoruz, harika bir yer. Ve evet, bu harika yer de elimizden alınıyor pek tabii, otel olacak. "Her güzel şeyin bir sonu vardır" sözü ülkemizde "güzel şeylerin ömrü kelebek kadardır" veya "sevinmeye kalkmayın, neşenizi kursağınıza tıkarız" seviyesine inmiş durumda.

Beirut'u dinlemeyi çok seviyorum ancak fazla dinleyince bir süre sonra baygınlık geçirmek, aslında tüm şarkıları tek bir şarkı sanmak mümkün. Bu nedenle sıkıntılı kişilere tavsiye edemem.

Konser güzeldi, ilk defa bir grup Boğaz'a Boğaz dedi. Genelde nehir, dere falan diyorlar. Bundan RCHP konseri yazısında da yakınmıştım. Grubun bir üyesi Türk müziğiyle de ilgilendiklerini söyledi. Güzel bir geceydi, karşılıklı iltifatlar, iki kez bis yapılması derken bitti, evlere dağıldık.

Beirut'un piyasada var olan üç albümünü de tavsiye ederim. Youtube'dan videoları da izlenmeye değer.

Elephant Gun by Beirut on Grooveshark

Monday, September 10, 2012

Konser: Red Hot Chilli Peppers - 8 Eylül 2012

Aylar öncesinde başlayan Red Hot Chilli Peppers heyecanı, bu cumartesi 8 Eylül'de sona erdi. Bu şekilde insanların hasretle beklediği çok az müzik grubu var. Özellikle benim kuşağım için RCHP çok şey ifade ediyor. Yabancı müzik kanallarının ve kliplerin yeni yeni görüldüğü ortaokul-lise yıllarımda RCHP Californication isimli animasyon videosuyla bomba etkisi yaratmıştı. Rock müzik dinleyen dinlemeyen herkesin ilgisini çekmişti. İnternetle yeni tanıştığımızı, İngilizceyi öğrenmeye çalıştığımızı, şarkı sözlerini internetten bulup çıktı alıp tenefüslerde tercüme etmeye çalıştığımızı hatırlıyorum. Bir de tabii tek tek mp3'leri Napster'den bulmaya çalışmalarımızı unutamam.

Bu nostaljik hissiyatla RCHP biletleri çıkar çıkmaz elim kredi kartıma gitti. Kategori 1'den bilet aldım. Konser zamanı yaklaştıkça promosyonlar arttı, bedava biletler, karaborsacılık, bilet arayanlar satmaya çalışanlar, her zamanki gibi "bitti" denilen biletlerin tekrar piyasaya sürülmesi... "Aracınızla gelmeyin, doğru kapıdan girin, izdihama yol açmayın, serevisleri kullanın" gibi eğitici öğretici uyarıları haftalardır sosyal medyadan okuyorduk. Ne zamandır başka konu yoktu kısacası.

Sonunda cumartesi geldi çattı. Konser Santral İstanbul'daydı ve yine alanda içki satışı yoktu. İçkiye düşkün değilim, çoğu zaman konser alanlarında içki içmem, zaten pahalıdır, tuvaletler sıkıntılıdır vs... Fakat birisi gelip bana "içemezsin" dediği anda sigortalarım atıyor. Böyle bir özgürlük kısıtlamasına izin vermemizi aklım almıyor. Bu konuda çok sinirliyim. İçkinin sigaranın zararlarını anlatmak yasaklamaktan geçemez. Zaten yasaklayamıyorsunuz, o "mahallesinde içki içilsin istemeyen" Eyüplüler alanın kapısında 7,5 TL'den bira satıyor, bira tenekeleri yerlerde, millet sokaklarda içiyor. Daha mı hoş şimdi bu manzara? Bu ne saçmalık?!

Herneyse... Arkadaşlarla buluş, önceden bira iç derken saati 18.00-19.00 civarına getirdik. Taksim'deki servis kuyruğunu görünce taksiye binmek istedik. Bu arada alandaki arkadaşımızdan öğrendik ki öngrup Athena çıkmış. Fakat biz taksi bulup, o trafikte alana varana kadar Athena inmişti bile sahneden. Zaten daha önce Athena'yı yeterince izlediğim için üzülmedim buna. Girişte bir izdiham... Bir kargaşa vardı ki sormayın! İtişerek doğru kapıyı bulmaya çalışmalar... Bulduk kapıyı giriyoruz; Ne biletime baktılar ne çantama... İçerde içki satma ama çantamdakinden haberin yok? Ben namuslu vatandaş olarak içeri almazlar diye su bile almamıştım, bu ortamlarda kendimi enayi hissediyorum ister istemez!

Konser 21.30-21.45 gibi başladı. Sahne, müzik, gidişat harikaydı. Şarkı seçimleri de gayet iyiydi, çoğu kişi beklediği birkaç şarkının da çalınmasını arzu etmiş ancak o birkaç şarkı olmasa da olurdu. Normalde herkes RCHP'ın konser performansları için kötü der. Solist rezalet söylüyor, şu oluyor bu oluyor. Öyle bir şey yoktu. İlk kez İstanbul'a gelen bir gruptan beklediğimiz her şeyi verdiler. Ayrıca Türk Bayraklı tişört giyip, İstanbul'a iltifat etme klişesini de uyguladılar. Fakat... Ben aslında sahneyi hiç görmedim ki... Santral İstanbul bu kalabalığı kaldıramadığından tamamen ekranlardan seyrettik konseri. Sadece ben değil, yanımdaki uzun boylu erkek arkadaşlar da göremedi. Benim minikliğimden değil yani bu durum.

Grup elemanlarından Flea'nın "Ezanı çok sevdim her gün duyabilsem keşke" tarzı lafına Egemen Bağış tweet atarak "yaa işte bizim ezan böyledir" tarzında bir cevap verdi. Bunun bir adım ilerisi zaten "Neil Amstrong da Ay'da ezan duymuş" kafası... Gün geçmiyor ki ülkede komik beyanat olmasın. Bir diğer kafama takılan da bu adamların da Boğaz'a "Nehir" demesi. Artık nasıl tanıtımdan uzaksak, Dünya'nın yegane Boğaz'ını öğretememişiz. Yada... Acaba bu da "Türk'ün harikalığı" konulu bir kandırmaca mıydı? Coğrafya dersindeki "Jeopolitik önem" konu başlığı yalan mıydı? Aslında Boğaz bir nehir mi? Yabancılar söyleye söyleye bizim Boğaz olacak bir dere. Kendimden şüphe eder oldum.

Bir şarkıda İlhan Erşahin'i davet ettiler saksafonla eşlik etti. Bu da bizim için gurur verici bir an oldu. Fakat seyirci birasızlıktan mıdır, lise yıllarını unuttuğundan mı, baya ruhsuzdu. Önlerde çıldıran turist izleyiciler dışında dans eden coşan yoktu.

Sonuç: Grup turne kapsamında olduğumuzdan bize de diğer ülkelerle aynı değeri vermiş, sahne, müzik, profesyonellik güzel. Fakat kabalık, sahneyi görememe, alana gidememe alandan çıkamama, sonrasında sosyal medyadaki eleştirilere "Salaklar yurtdışında da kimse eve gidemiyor ne var yani" şeklinde cevap veren organizatörler... Çıkışta normalde 20 TL yazacak mesafeye "kişibaşı 10 TL" isteyen ve müşterileri reddeden taksiciler... Yetersiz otobüs, dolmuş... Mide bulandırdı. Paranla rezil olmak buydu herhalde. Eve geldiğimde yolun büyük kısmını yürümekten belim ağrıyordu. Gece saat 3'tü. Oysa konser 12'de bitmişti.

RHCP da izledik... Bu da tamam. Rock müziksever uslanmaz... Seneye bir de AC/DC rezaleti yaşasak istiyoruz yine de...

Sunday, September 02, 2012

Film: 360

Afişe filmi bir tür Love Actually sanmamızı sağlayacak, insanları yanlış yönlendiren bir slogan yazılmış :( 


Son yıllarda popülerleşen, özellikle Güney Amerika'lı yönetmenlerin başarılı örneklerini ortaya koyduğu "farklı öykülerin kesişmesi, ufak olayların büyük kelebek etkisi" konulu filmlerden biriyle karşı karşıyayız. Bu kez yönetmen Fernando Mirelles, film ise 360. Yönetmenin önceki filmlerinin gölgesinde kaldığından olsa gerek, 2011 filmi olmasına rağmen yeni izleyebiliyoruz.

Fernando Meirelles'in IMDB'deki şirin fotoğrafına güvenip sevimli filmler izleyeceğinizi sanmayın. City Of God ile ödülleri toplayıp, ağızları açık bırakan Fernando abimiz Constant Gardener ile büyük şirketlerin ikiyüzlülüğü konusunu başarılı bir şekilde ele almıştı. Arkasından Jose Saramago 'nun Körlük eserinin uyarlaması geldi: Blindness. Saydığım üç filmin de etkileyici oluşu, yeni film için iyi bir referans oluşturuyordu. Üçünde de yürek burkan, üzen ve isyan ettiren ayrıntılar başarıyla işlenmişti. 360 ise bu çizgiden biraz uzaklaşıyor. Sanki daha umutlu...

Yönetmenimiz 1964 yılı filmi La Ronde'den esinlenmiş. La Ronde'nin Jane Fonda'lı, Anna Karanin'li bir "aşk çemberi" filmi olduğu gözönüne alınırsa, yönetmen konuyu çok başka bir boyuta taşımış diyebiliriz. Filmin daha ilk sahnesinde fahişelik yapmak zorunda kalan Slovak kızla tanışıp gerilmeye başlıyoruz. Kız müşterisine doğru giderken biz de diken üzerindeyiz. Öyle ya, bu tip filmlerde hep acıklı olaylar yaşar karakterler... Herkes pisliktir, suçlu olmaya meyillidir. Burada devreye giren İngiliz müşteri ile başka bir öyküye göz ucuyla bakıyoruz. Derken film yavaş yavaş herkesin birbiriyle ilintili olduğu bir öyküler yumağına dönüyor. 

Karşımıza çıkan hemen her oyuncunun tanıdık olduğunu söylemekte fayda var: Moritz Bleibtreu, Jude Law, Rachel Weisz, Jamel Debbouze, Anthony Hopkins çoğunluğun hayran olduğu isimler. Slovakya kısımları içinse Slovak ve Çek oyuncular yani "yerelde popüler" oyuncular tercih edilmiş.

Güzel bir giriş yapılmış, ilk birkaç öykü hiçbir sıkıntı olmadan birbirine bağlanıyor. Merakla ne olacağını anlamaya çalışıyoruz. İnsanları yargılama konusunda da yeni dersler veriyor. İlk bakışta "Ne iyi aile babası" dediğimiz karakterin "aldatan eş" çıkması veya "pislik mafya" dediğimiz adamın "temiz kalpli aşık" çıkması gibi ufak ters köşeler var. Kimin doğru, kimin yanlış davrandığını düşünürken öyküler düğüm oluyor. Sonlara doğru melodrama iyice yaklaştığımızda ise bize umut vermeye karar veriyor. 

Bir iki kısım havada kalmış, gereksizce monte edilmiş, kıssadan hisse vermek veya büyük oyuncuyu harcamamak adına kesip atılamamış gibi. Gerginlikle beklediğimiz sonuçların hep umutlu hatta mutlu sonlara bağlanması bu tür filmlerde alışkın olmadığımız bir bakış. Üstelik dünyanın pisliğinin bu kadar içinden konulara bulaşıp (mafya, kadın tacirliği, çocuk tacizi gibi) yine de umut vermeye devam etmesi belki de filmin notunun bu kadar düşük olmasının bir nedeni. Rahatsız edici konuların bu kadar etrafından dolanmak, olumlu hisler bırakmak yerine, yönetmeinin cesaretsizliği gibi görünüyor. Yani ne neşe veriyor, ne üzüyor, ortada ve şaşkın bırakıyor seyirciyi.

Filmde geçen "Sadece fakir hayalperestler kitap okur" cümlesi zihnimde yer etti. Filmi bu "öykücük" ile hatırlayacağımı düşünüyorum. IMDB'deki 5.8'lik görece düşük puanına aldırmadan, iyi oyuncular ve iyi yönetmen adına izlenebilir.