Thursday, July 26, 2012

Konser: Morrissey- 19 Temmuz 2012

Morrissey konseri 19 Temmuz'da Jazz Festivali'nin kapanış konseri olarak Harbiye Açıkhava Tiyatrosu'nda gerçekleşti. Morrissey'in bir önceki İstanbul konserinin üzerinden çokça zaman geçmişti. Konserde "Zeki Müren" dediği hatırlanıp, sempati duyuluyordu bu İngiliz amcamıza... Biletler İKSV'ciler için ön satışa çıktığında, biraz daha indirimli aldım. Gerçi biletler yine de pahalıydı...

Jilet İngiliş
İKSV'nin Film Festivali'ndeki veya konser biletlerindeki fiyat politikaları eleştiriliyor. Aslında sadece İKSV değil, neredeyse tüm organizasyon şirketleri eleştiriliyor. Seyircilerinin çoğunun öğrenciler olduğu aktiviteler, sadece kredi kartı borcundan korkmayan çalışan kesime hitap ediyor... Aynı konser turunun yurtdışındaki bilet fiyatlarıyla buradakileri karşılaştıranlar, gitmek istedikleri aktivitelerden vazgeçebiliyor. Ben ise... Bu tartışmalardan yorulduğum için mi, yoksa zaten Biletix'den bu yaz için aldığım 4. konser bileti olmasının bıkkınlığından mı bilemiyorum, fiyat konusunda kafamı yormadım, arkalardan bir yerden bilet aldım... Konser günü gördük ki Harbiye Açıkhava'da arkalardan en ucuz biletlerden almak, en önde VIP ile kolkola konser izlemeye engel değil.

Morrissey konseri öncesi hevesliydim. Bu adam hakkında anlatılan çok şey var ama hangileri şehir efsanesi hangileri gerçek bilemiyorum. Öncelikle orkestra elemanlarıyla uzun yıllardır çalışıyor, sahnede de iyiler, bu da konserle ilgili beklentimi arttıran bir noktaydı. Şehir efsanesi kısmına gelince Morrissey orkestraya vejateryan olmayan kimseyi almıyormuş ve et yemeleri yasakmış. Meat Is Murder şarkısını ve amcanın protest tavrını düşününce doğru bir efsane gibi geliyor. Bir diğer konu cinsellik. Yıllardır nazik tavırlar, salon erkeği tarzı nedeniyle Moz için "şöyle böyle" denilmişken, kendisi "ben aseksüelim" demekte. Sürekli olarak "itiraf etsin artık, bildiğin gay?! Başka nasıl böyle duygusal ve içten şarkılar yazabilir?" diyen insanlara bir kesin cevabım yok. Düşün yakasından adam aseksüelmiş?

Konserdeki konuk Kristeen Young olacaktı. Daha önce Moz'a iki şarkısında vokal yapmış bu ablamızın sesi baya güçlü. Konserde de vokal yapar diye heves etmiştim ama öyle olmadı, "ön grup/karşılama komitesi" olarak çıktı sahneye kendisi. Benzetmek gerekirse... Sanki küçükken piyano dersi almış... Fakat yalnız kaldıkça tuşlara dandun vurup bağırmayı alışkanlık haline getirmiş. Zaten bu tavrı nedeniyle bir süre sonra piyano hocası kaçmış dersler yarım kalmış. Kız aynı hırsla adeta ergenliğe demir atmış "vur tuşa bağır, vur tuşa hisset, melodi hiçbir şeydir hisler her şeydir" kafasında devam etmiş... Kısaca durum fenaydı. Björk mü olmaya çalışmış ne yapmış anlamadık. İmkanı olsa Skin olabilirmiş ama sadece klavyesi var? Bir orkestrayla daha iyi olabilir sanırım... Giderken çok alkış aldı herhalde üzüldü buna biraz...

Girişte nefret ettiğimiz her şeyi özetleyen bir konuşma vardı. Bir kadın sesi yeri geldiğinde küfür de ederek, hayatta sevmediğimiz her şeyi sayıyordu: Asit yağmurları,  ilgisiz sevgili, dedikoducu arkadaş, politikacı gibi birçok söz. Bu kısım beni gülümsetti, saydıkları benim de hoşuma gitmiyordu...

Konser "How Soon Is Now?" ile başladı. Hızlı giriş insanları ısındırdı. İkinci ya da üçüncü şarkıda Morrissey'in sıcak tavrından da yüz bulan insanlar önlere hücum etti, böylece bilet fiyatı farkı, sınıfsal farklar falan ortadan kalktı, dünya barışına yakınlığımızı bir kez daha gördük. (!)

Moz sahneye elinde Türk Bayrağı ile çıkmıştı ve bayrağı ilk şarkıda seyircilere attı. Orkestra elemanlarından biri, gitarist Boz Boorer, kadın kılığında sahnedeydi. Konserin sonunda elemanları tanıtırken, gitaristi Boz Boorer değil, Gaynor Tension olarak tanıttı. Aynı numarayı Japonya'da da yapmışlar... Diğer orkestra elemanlarının üzerinde ise "Esad boktur" yazan (Assad is Shit) kırmızı tişörtler vardı. Bazı konserlerde de "We Hate William & Kate" yazan, (William ve Kate'den nefret ediyoruz) üzerinde prens ve eşinin fotoğrafı olan tişörtler giydiklerinden, bu "mesaj kaygısı" tahmin edilebilirdi.

Moz şarkı aralarında politikacıların çok kötü olduğunu tekrar ediyordu. Sahne önündeki insanların, hayranlarının ellerini sıktı, onların kendisine dokunmasına izin verdi. Hatta sahneye tırmanmaya çalışan kıza yardım etti, kıza sarıldı. Bu samimi sıcak ilişki hoşumuza gidiyordu ki sahnede küçük bir kız çocuğu çıkıp Moz'a sarıldı, "adeta bir Murat Boz" diyip biraz güldük. Aralarda kendisine yapılan tezahüratlara cevap verdi, sonra mikrafonu seyircilere uzattı. "Benimle evlen, I love you" gibi gereksiz yorumlardan sonra "Adamın dibisin!!!" diye bağıran kızdan sonra mikrafonu geri aldılar...

Aralardaki "Benim sadece kalbim var... Başka organım yok", "Her şeyim bu...", "Çok duygulandım, bu şarkıyı söyleyemeyebilirim" gibi lafları nedeniyle önlerdeki hayranları coşturdu. Ben ne kadar samimi anlayamadım. Çünkü, örneğin "Dün gece otel odasındaydım... Her zamanki gibi yalnızdım..." derken hafif dalga geçiyor gibi bir havası da vardı. Kendisine "yapıştırılmış" bu hisli adam etiketiyle dalga geçiyor olabilir mi? Bu teoriyi destekleyen bir diğer espri de ekrandaki Oscar Wilde fotoğrafıydı. Morrissey için "çağımızın Oscar Wilde'ı" diyenler var ve röportajlarında ona sürekli Oscar Wilde soruluyor. Şarkıları çalarken arkadaki ekrana yansıtılan Oscar Wilde fotoğrafına bir konuşma balonu yerleştirilmiş; Oscar soruyor: "Kim bu Morrissey?"

Şarkılar ilerlerken, sahneye ütülü gömleğiyle şık haliyle çıkan Moz gittikçe terledi, biraz dağıldı. Arkasından Meat Is Murder isimli meşhur hayvan hakları şarkısı geldi. Ekranda Peta'nın yayınladığı "Meet Your Meat" - Etinizle Tanışın videosu dönüyordu. Ben bu tip, kafasından geçeni söylemekten çekinmeyen ve insanları daha iyiye yönlendirmeye çalışan mesajları seviyorum. (Şarkıda bir ara KFC cinayettir bile dedi, yani herhangi bir grubu karşısına almaktan çekinmeyen bir tavrı var) Bu nedenle bu şarkıyı da, videoyu da seviyorum. Vejeteryan değilim ancak yakın zamanda okumayı düşündüğüm Hayvan Yemek kitabıyla ilgili Jonathan Safran Foer'ın röportajlarını okudum ve endüstriyel et üretiminde ciddi sorunlar olduğuna dikkat çekilmesi gerektiğini biliyorum. Dünya çapında tanınan isimlerin böyle önemli şeylerle ilgili sosyal sorumluluk hissedip, sorunlara çözüm aramaları bana etkileyici geliyor... Fakat... Olaya kendi ülkemiz açısından baktığımızda, sosyal mesaj veren şarkılara ve sanatçılara gösterilen tepki aklıma geliyor. Bu şarkıyı Türkçe olarak Mor ve Ötesi veya Bulutsuzluk Özlemi'nin söylediğini düşünsenize? "Et yemek cinayettir, Apikoğlu sucuğu yerken o küçük danacığı düşündün mü?" diyen bir şarkıcıyla nasıl dalga geçeceklerdir... Konser çıkışı arkadaşlarımla konuşurken Cenk&Erdem'in, Metallica One şarkısına yazdıkları Türkçe sözler aklımıza geldi, gülüştük: "Savaş çok kötü bir şeydir, tıpkı cehalet gibi..." Tercüme edince protest şarkılar komik geliyor hala. Oysa bir şarkı bile biraz farkındalık yaratabilir. Meat Is Murder'dan sonra vejeteryan olanlar var sonuçta, demek işe yarıyor?

Gevezeliği bırakayım... Bazılarımızı playlist memnun etmese de, hiç teklemeyen, müzikal olarak doyurucu bir konserdi. Biraz daha eski ve popüler şarkılardan çalmasını isteyenler çoğunluktaydı. Ne uzun ne kısa, 1,5 saat kadar süren bir müzikal tatmin yaşadık. Son bölümde Moz gömleğini de çıkarıp seyircilere attı. Ve konser bitti.

Bana ilginç gelen son şeyler şunlar: Adam gelmiş 50 yaşına haliyle göbeği falan var. Millet hala çığlıklar atıyor "Hala çok fit" diyor. Fit değil? Yani sesi güzel müziği güzel tavrı güzel ama bir göbek var, gelin dürüst olalım... Şarkılara kendimizi kaptırıp o havaya girdikten sonra, son nota duyulur duyulmaz insanların bir anda hiçbir şey olmamış gibi çıkışa hücum etmesi tuhaf... Sindirmek sıfır... İyi bir film izlediğimde, sinema salonundan kaçmaya çalışan diğer izleyicilere de sinir olurum zaten. Bir de konser öncesi 45 TL'lik baskılı tişörtlere bakıp almayan, konserden sonra tişörtlerin önünde kuyruk olanları anlayamıyorum. Konseri izleyip o paraya değip değmeyeceğini düşünüyorlar herhalde?


Monday, July 16, 2012

Haziran Filmleri 2

Haziran sonu Temmuz başı iş yaşamımdaki sancılı dönem nedeniyle verimsiz geçiyor. Verimsiz olmasının nedeni bir şeyler "okuyamamam, izleyememem" değil, yaptıklarımdan zevk alamamam. Ayn Rand'ın 3 kitaplık dev eseri Atlas Vazgeçti'yi bitirdim. Biraz daha hafiflemek için Agatha Christie'nin Hollow Malikenesi Cinayeti'ni okudum. Atlas Vazgeçti ayrı bir yazı konusu, üzerinde tartışıp düşünmeye açık, felfesi yönü ağır basan bir eser, çok beğendim... Agatha Christie ise bildiğimiz gibi, her zamanki temposunda bir kitaptı.

İzlediklerime gelince:




North Face'i D&R'daki ucuz DVD'ler köşesinden bulduk. Övgü dolu sözler bol bol yıldızlar vardı kapağında. İkinci Dünya Savaşı'nın  gölgesinde bir "dağcılık öyküsü" diye geçiyordu. Hollywood'un "extreme spor" filmlerini biliyoruz... Bir grup spora gönül veren insan veya bilimadamı, zor şartlar altında dağlara mağaralara gider ve can çekişir. İpler kopar, halatlara yanlış düğüm atılır, gruptaki kadınlarla erkekler arasında birkaç gerilim olur ve filmin sonunda sadece 1 yada 2 kişi hayatta kalır. North Face bunların dışında gelişiyor. Bunun ilk nedeni Alman filmi olması, ikincisi ise ana konu bir dağcılık trajedisi olmasına rağmen, politika ve gazetecilik konusuna hafiften göndermeleri olması. 
Dağcılar henüz sağlıklıyken

Almanya İkinci Dünya Savaşı sürerken, sporda da üstün başarılar elde etmek istemektedir. Bu tarihte1936'da meşhur Eiger Dağı'nın Kuzey Yamacı'na tırmanabilen olmamıştır. Alplerde insanların fethetmedikleri son kale olan bu dağa Alman'ların çıkmasını bir gurur meselesi yapmışlardır. Gazetecilerin de "gaza getirmesi" ile iki dağcı Toni Kurz ve Andreas Hinterstoisser bu macerayı göze alır, tırmanışa geçerler. Ne yazık ki sonu bir trajedi. Bu sonu bilmemize rağmen merakla izliyoruz. Filmin tarihi gerçeklere yakın olduğu söylenebilir, okuduklarıma göre... Bu konuda yazılmış çeşitli kitaplar da olduğunu, dağcılık tarihindeki önemli olaylardan biri olduğu ise filmi izledikten sonra öğrendim.


Filmin yönetmenleri bundan önce Crazy, Stupid, Love'ı çekmişler... Gerçi ben bu referansa bakarak değil, tamamen başrol oyuncularına bakarak izlemeye karar vermiştim: Ewan McGregor ve Jim Carrey. Daha doğrusu film Jim Carrey üzerine kurulu denilebilir. Filmin çekilmeye başlandığını da okuduğumu hatırlıyorum, fakat daha sonra içerdiği eşcinsel ilişki/öpüşme sahneleri nedeniyle sinemalarda gösterime girmedi, direkt DVD olarak raflara geçiş yaptı. 
Homofobik bir insanı bu filmi izlemeye ikna etmek için yanlış bir seçim olur bu poster

Film bir komedi. Fakat gerçek bir hikaye. Eşcinsel bir dolandırıcı olan Steven Russell (Jim Carrey) hapishanede Phillip Morris (Ewan Mc Gregor) isimli eşcinselle tanışır. Birbirlerine aşık olurlar, Steven sürekli hapisten kaçmaya çalışır vs vs. İşin ilginç yanı bunların gerçek oluşu ve sonunda Steven'ı yakalayan devletin daha fazla aşağılanmayı kaldıramayarak Steven'ı eşi benzeri görülmemiş bir cezaya çarptırması: tahliye tarihi 2140! 

Google'dan Steven Russel ve Phillip Morris'in röportajlarını okudum. Filmin yarattığı olumlu havadan memnun bir halleri varmış. Komik bir film fakat sonlara doğru adamın numaraları bıktırıyor. Ayrıca Ewan McGregor'u bu kadar efemine bir rolde görmek benim gibi hayranları için çok eğlenceli sayılmaz...


Stepford Kadınları, 2004 yılı filmi, başrolde Nicole Kidman var. Nicole Teyze 2004'de şu anki gibi botoks tanrıçası olmadığından, filmde adeta bir Barbie Bebek edasıyla görünüyor.

Stepford Kadınları filminin uyarlandığı kitap, aynı zamanda Rosemary'nin Bebeği 'nin uyarlandığı kitabı da yazan Ira Levin'e ait. Kitabı ilk olarak 1975'de sinemaya uyarlanmış ve bu versiyon çok daha karanlık. Sonu da 2004 yapımı filmden farklılık gösteriyor. Bu nedenle iki filmi birbirinden farklı yorumlamak gerekiyor. İki farklı filmin karşılaştırması için bağlantıdaki yazıyı okuyabilirsiniz. 

Benim açımdan Stepford Kadınları, günümüzde ev ve iş arasında sıkışan, mutsuz olan ve etrafını da mutsuz eden kadınların dünyasına kapı deliğinden bakan bir film oldu. Geniş açılı değil, yeni bir şey sunmuyor. Ancak sonlarında bir süpriz var, merak duygusunu da sonuna kadar götürebiliyor. Fena film sayılmaz kısacası. Hem Nicole Kidman'ı izlemek her zaman bir zevk.


Bu film bir animasyon. Animasyon izlemeyi severim, bilindik animasyonların çoğunu izledim. Bunu atlamışım. Yakında ikinci filmin gösterime gireceğini duyunca, izlemek istedim. Başroldeki karakteri Steve Carell seslendiriyor, sürekli The Office dizisini anımsadım bu yüzden. (Türkçe dublajda Ata Demirer varmış ) Bir diğer karakteri de Jason Segel seslendirmiş.

Minion

IMDB'de 7,5 puan almış bu film çok sevimli, komik, ufak ayrıntıları farkedip bol bol gülünüyor. Ancak baş karakterden çok fotoğrafını koyduğum minion'lar komik. Ayrıca "kötü adama çelme takan yetim kızlar" beni ağlatacaklardı. Çok sevimli ve çaresizlerdi. Böyle filmleri çocuklar nasıl etkilenmeden izliyor anlamıyorum...


The Muppets'ın başrolünde Jason Segel ve Amy Adams var. Jason Segel'in filmlerini tereddütsüz izlediğim için, normalde izlemeye yanaşmadığım bir türde olan bu filmi de izledim. Tür ise aile filmi. Yıllardır Star TV'de pazar günleri oynayan bol çocuk karakterli, iyi insanlarla bezeli bu aile filmlerinden hep kaçarım. Fakat işin içinde sadece Jason Segel yok, bir de Muppet'lar var. Film başlayıp da Muppets jenerik müziğini duyduğumda ağlamaklı oldum, çocukluğumu anımsadım. Sevimli, naif bir film. Sonlara doğru sıkılabilirsiniz, malum mutlu son olacağı belli... Müzikal kısımlarıyla bir bütün oluşturmuş. Acınası olmayan, gerçekten sevimli bir müzikal yapmak da zor bence, bu nedenle takdir ettim filmi...